21 Şubat 2017 Salı

'Metropolis' Filmi Hakkinda

     Cok degerli bir hocamin derslerin siklikla kullandigi: '' Ayaklar bas olamaz.'' lafini bana yeniden hatirlatan, Fritz Lang'in 1927 tarihli enfes filmi.
     Yoneten 'akil' ile yonetilen 'el' arasindaki derin ucurumu gozler onune 'kati' sekilde sergilemesi bakimindan onemli bir film, elbette ki izleyiciyi didaktize etmek acisindan biraz da mecburi; ancak sinematografi bakisindansa, bir o kadar cocuksu ve naif; yapim yili ve zamanini da goz onune alirsak...
     Film, kapitalist sistemi yerden yere vururken, isci sinifini da elestirmeyi ihmale getirmiyor. Filmde, Kapitalizm'i temsil eden Joh Fredersen karakteri, hic suphesiz ki, elestirilmek acisindan zorunlu bir mefhum haline geliyor: fakat Isci Sinifi'ni temsil eden iscilerin de anlamadan, dinlemeden, en onemlisi sorgulamadan harala gurele harekete gecis tarzlari, yergi oklarindan kacamamalarina neden oluyor. Bu baglamda cidden, 'ayaklar bas olamaz' sozu ne yazik ki realize olmaktan kurtulamiyor.
     Filmde gecen '' Mesih, Babil, Kurtarici, Arabulucu, Yedi Olumcul Gunah, Azrail '' kavramlari, gondermeleri hakikaten enfesti. ''Aslinda siniflar arasindaki mucadele eski zamandan beri vardi; ancak suan itibariyle daha keskin bir hal aldi.'' demenin kestirme bir yoluydu bu metaforlar. Gercekten de sinifsal ve toplumsal mucadele, toplum icinde hep vardi ve varolmaya da devam edecek...
     'Robot' kullanimin ilk kez vaki oldugu yapit ozelligi de tasiyor filmimiz. Robot'un isciler onunde yakildigi sahne, Isa Peygamber'in carmiha gerilisini akillara getiriyor. Ucan cisimlere, kocaman gokdelenlere ve bu gokdelenler arasinda gecen yollara, ilk distopik sehir imgesine, delirmesine ramak kalan profesor imajina da, ilk bu filmde taniklik ediyoruz. Yalniz, filmde kullanilan arabalarin, zaten donemin arabalari olmasi, pek de fazla futuristik anlam ihtiva etmemesi de bir o kadar amatorce.
     Filmden bana en cekici gelen ayrintilari aciklamam gerekirse, filmin baslarinda Joh Fredersen'in fabrikasinda patlama yasanmasina ragmen, hicbir sey olmamis gibi davranilmasi ve zarar goren iscilerin yerine yenilerinin ikame edilmesi, iscilerin dinlenmeden calismalari ve bir robotmuscasina davranmalari, Maria'nin '' Din, toplumlarin afyonudur.'' mottosuyla,sloganiyla hareket etmesi ve iscilerin kalplerine hitap etmeye, angaje olmaya calismasi, iscilerin de bu mottoya kosut hareket edis tarzlari, iscilerin gorkemli sehrin alt katmaninda yasayagelisleri ve adeta buna mahkum oluslari, iscilerin yapmaya calistiklari mini devrimin sonumlenmesi, - ki dunyamizda ornekleri de var - filmin sonunda 'uzlastirici' nin iki zit kutbu birlestirmeye cabalamasi, yani ne tam bir Amerikanvari kapitalist sistemin istenmesi ne de tam bir Rusvari, Kuzey Korevari komunist sistemin vuku bulmasinin arzulanmasi; bu anlamda daha ziyade bir Avrupai bir Sosyal Demokrasi prensibinin onerilmesi... Binalarin da son derece simetrik ve duzgun sekillenmesi de goze son derece guzel gorunur cinsten...
     Nitekim, bu filmi izleyin, izletin; bir sey kaybetmezsiniz ve aksine kazandiginiz cokca sey olur. Bilhassa, bilimkurgu sevenler, bu filmi kacirmamali!
     Esenle kaliniz.

     

19 Şubat 2017 Pazar

Neden Roman Tarzi Kitaplar Okumaliyiz?

     Roman janrinda kitaplar, bir anlamda zamanda yolculuk olup; gecmise gidis, gelecege donustur; fakat esas bahsetmemiz gereken sey: kitap okumanin insani ne denli gelistirdigi ve dahi, hayata bambaska bir pencereden baktirdigidir.
     Yasadigimiz su zamanda, gecmise, teknolojik vasitalarla gitmemiz pek mumkun gorunmuyor; ancak roman, oyku gibi eserlerle gecmise gitmek ve ardindan da gecmis zamandan yasadigimiz ana, gelecegimize iliskin cikarimlar yapmak ve gecmisin ta kendisinden faydalanmak oldukca mumkun. Ornegin, Dostoyevski, Gorki, Tolstoy okudugunuz vakit, donemin Rusya'sina, zaman makinesi kullanmadan ulasmaniz soz konusu oluyor; canli canli o zorlu ve bir o kadar da muazzam cagin icinde buluyorsunuz kendinizi.
     Kitap okumanin yukarida bahsedilen bu en onemli guzelliginin, hasletinin yanisira faydalari saymakla bitmeyecek kadar cok. Kitap okudukca, hayalgucunuzun inanilmaz sekilde gelistigini fark ediyorsunuz. Kitapta gecen olaylar, betimlemeler, vesair, bir film sahnesi gibi aklinizda canlaniveriyor; en azindan beyniniz bunlari canlandirabilmek adina muthis bir efor sarfediyor. Tipki yapboz parcalarini birlestirmeye calisircasina... Bir kitabi okuduktan sonra o kitaba iliskin olarak, onu okuyan her insanin kafasinda canlanan seyler birbirlerinden elbette ki farkli oluyor; boylesi de en dogali ve de en guzeli! Ne guzel sanat!
     Bolca kitap okuyan insanlarin dil potansiyelleri de oldukca ust seviyede oluyor. Dil, gramer, konusma hatalari minimal seviyede seyrediyor; hatta hiclige evriliyor. Daha akici ve daha etkileyici bir konusma mevzubahis oluyor.
     Romanlari, oykuleri, vesairi ansiklopedi vb kitaplardan ayiran en onemli nokta da, verilmek istenen mesajin, bilginin, altmetnin goze sokulurcasina verilmemesidir; en azindan bu, bircok roman, oyku icin gecerli bir iddia. Misalen, Oguz Atay, Yusuf Atilgan, Ahmet Hamdi Tanpinar, Ihsan Oktay Anar, Dostoyevski, Nabokov, Cehov, James Joyce, Tolkien, Arthur Clarke, Kafka, Ingeborg Bachmann, Camus, Marquez, Umberto Eco gibi yazarlarin kitaplarinda ne demek istediklerini, neyi nereye neden koyduklarini, nicin koyduklarini, nasil koyduklarini hemencecik el yordamiyla anlamaniz soz konusu olmuyor. Uzerinde bayagi dusunmeniz gerekiyor. Hemen bir seyler cikartilamayisi da insani direkt beyin firtinasina surukluyor. Insan, daha cok arastirma daha cok dusunme faaliyetlerine girisiyor. Bu, fantastik bir sey!
      Bir kere roman, oyku vs okumak gibi her sanatsal aktivite, insani insan olduguna ikna ediyor. Bu tarz kitap okuyan insanlar, salt gercegin saf acilarindan kacip. anlik da olsa birkac saatlik de olsa kurgusal bir alemin derin dehlizlerinde kendilerini mutluluga teslim edip, teskin olabilirler.
Insan, hic bilmedigi bir alemde kendini buluverir. Bu alemin, en gizemli ve de en ozel yerlerini kesfetmenin mutlulugunu tadabilir.
      Cokca kitap okuyan insanlarin, degisimci, inovatif, hosgorulu olduklari da su goturmez bir gercektir. Bu tarz kitaplar, insanin empati kurma yeteniginin gelisiminde en onemli rolu ustlenir. Insanlarin cogundan edinemeyecegin deneyimleri, fevkalade bir yazarin ayni fevkaladelikteki bir karakterinden edinebilme sansini kendinde bulursun, elbette ki okursan. Farkli kulturlerin lezzetine doyamazsin. Kitapta yer alan bir dusunce, bir karakter sayesinde kendini gorursun; hal boyle olunca eksilerini, artilarini da idrak etmis olursun. Ciddi anlamda keyiflenirsin. Bir opera aryasi dinlemis kadar, bir tiyatro izlemis kadar, bir klasik muzik eseri dinlemis kadar farkli hisse gark olursun. Ruhun dinginlesir.
     En onemlisi, sorgularsin. Evvela kendini, sonra cevreni, en sonunda da dunyayi... Olaylari, durumlari eskisinden daha degisik bicimde irdelersin. Mutemadiyen okursan, mutemadiyen merak edersin, arastirirsin. Hal boyle olunca da daha cok okursun. Hurafelerden kacarsin, imtina edersin.
     Oyleyse haydi bakalim cocuklar, okumaya!
 

     Kucuk Not: Illaki roman vs okumayacagim diyorsaniz da baska turde kitaplar okuyun; ama yeter ki okuyun!

17 Şubat 2017 Cuma

Turkiye'de Sinema Ve Sinemaciligin Gelismemesinin Ardinda Yatan Nedenler

     Oncelikle, sorunun cevabinin, bizatihi sorunun kendisinde yani baslikta gizli oldugu bir konuyla karsi karsiyayiz. Bu hususu, daha vurucu ve dahi daha kati olmasi acisindan maddelerle vurgularsak; daha yerinde bir is peydah olabilir.
.
1- Turkiye'de 'Hollywood' gibi bir sinema sektorunun olmamasi.
2- 'Turk Sinemasi' diyebilecegimiz bir sinemamiz yok. Misalen, modern zamanda, Amerikan Sinemasi'ndan, Fransiz Sinemasi'ndan, Alman Sinemasi'ndan, Ingiliz Sinemasi'ndan, Iran Sinemasi'ndan, Uzakdogu Sinemasi'ndan vesair sinemadan dem vurabilirken; Turk Sinemasi'ndan bahsedemiyoruz. Bahsedebildigimiz, parmakla sayilabilir birkac guzel filmimiz.
3- Recep Ivedik, Maskeli Besler, Kolpacino, Calgi Cengi minvalinde sacma sapan ve aslinda ana akim sinema kategorisine bile sokulamayacak derecede 'zavalli' filmlerin mevzubahis olmasi.
4- Kultur Bakanligi'nin fantastik yonetmenlerimize, senaristlerimize yeterli destegi vermemesi. Sacma sapan islere katkida bulunmasi.
5- Dusuk butceyle fazlaca para kazanma kaygisinin olmasi.
6- Saf dram ve komedinin para etmesi ve bunun sonucunda bilimkurgu, fantastik, gerilim, gizem, polisiye gibi turlerde adam gibi filmlerimizin olmayisi.
7- Bizi dunyaya daha iyi tanitan festivallerin yapilmayisi. (Yapildi zannedilmesi.)
8- Halkin, iyi senaryoya ve kurguya sahip filmlere gerekli degeri vermemesi.
9- Aslinda 'kalburustu' sayilabilecek filmlerin, cogu insanimiza gore 'absurt' olmasi.
10- Sanattan cok anlik fetisin, kahkahanin bizim nazarimizda daha degerli olusu.
11- Dizi sektorunun, sinema sektorune gore sivrilmesi ve daha cok para getirdiginin dusunulmesi.
12- Tamamen ozgun olmayan, cakma senaryolarin yeniden cekilerek onumuze 'film' diye sunulmasi.
13- Asil isinin sadece 'muzisyenlik' olmasi gereken kisilerin, yonetmenlik isine de tevessul etmeleri.
14- Hayatimizin her alanina mudahil olan 'sansur' un sinema alaninda da 'iblis' yuzunu gostermesi; bu baglamda, film ekiplerinin kendilerini yeterince rahat ve ozgur bir sekilde ifade edememeleri.
15-  Sinema alaninda adam gibi egitim veren okullarin olmamasi.
16- Iyi oyuncularimiz olmasina karsin; senaryo, kurgu, metin, aranje, konu secimi ve dusunulusu anlaminda alabildigine muthis bir tembelligin olmasi.
17- Bagimsiz filmlerimizin cok da guzel olmalarina ragmen, yeterli ilgiyi gorememeleri.
18- Zaten realite karnesi yeterince aci dolu olan halkimizin, en azindan sinemada gulmek ve kahkahaya bogulmak istemesi. Halkimizin gercegi haline donusmus menfur seyleri bir de sinemada gormeye daha fazla tahammul etmek istememesi.
19- Anayurt Oteli, Muhsin Bey, Ucurtmayi Vurmasinlar, Yusuf ile Kenan, Suru, Yol, Zugurt Aga, Susuz Yaz gibi fevkalade filmleri artik goremememiz. Bu tarz filmleri cekmekten imtina etmemiz, adeta kendi rizamizla 'hayir' dememiz.
20- Aslinda, 60'lardan 90'lara kadar 'Italyan Gercekciligi' gibi onceden tam anlamiyla vaki olan 'Turk Gercekciligi' nin yerinde suan yeller esiyor olusu.
21- Kapitalizm'in ve onun getirdigi sacma ve rezil bir populer kulturun hayatin her alanina oldugu gibi sinemanin icine de amiyane tabirle 'sinsice' sizmasi.
     Inanin, sadece bu yukarida bahsedilen yirmi bir maddeyle bu isin anlatimi hicbir sekilde sinirlanamaz. sinirlanmamali da. Yukarida sayilanlar, sadece bana munhasir, oznel goruslerdir. Kimine gore dogru, kimine gore yanlis, kimine gore eksik olabilir; bu hususlar siz okuyucunun takdiridir. Bunlarin haricinde daha fazla ve dahi detayli maddelerin 'yorum olarak' vuku bulmasinin, sahsimi fazlasiyla memnun etmenin yanisira konunun ustunde daha detayli,daha elestirel ve de daha dikkatli dusunmeye sevk eder.
     Esenle kalin.
   
   

3 Ekim 2016 Pazartesi

Turk Dizileri İle Toplum Muhendisligi

     Dikkat buyurmalisiniz ki, baslikta bile, katiyetle ''Dizilerimiz'' deyimini kullanmaktan bilhassa kacinip ''Turk Dizileri'' deyimini kullanmayi tercihe sayan buldum. Bunun nedeni, bu dizileri kesinlikle benimsemeyisim.
     Bu diziler, pembe dizi gibi ya da oteki yabanci diziler gibi. Inanilmaz bir 'zengin hayat' mefhumu bize alttan alttan pompalanmaya calisiliyor. Adeta altindan tepsiler, altindan musluklar, her evin olmazsa olmazi bir havuz, gozumuze sokulan ickiler, simarik genclerin altindaki son model arabalar, soforlu otomobiller, koca koca holdingler vesair. Amerikan ve Ingiliz dizileriyle hicbir sekilde kiyaslamiyorum; cunku bazi temel istisnalar disinda, o ulkelerin dizilerinde boyle seylere pek rastlamiyoruz.
     Maalesef 2000 sonrasi Turk dizileri, birkac istisna disinda sinifta kalmistir. Istisnalar da kaideyi bozamadigi da herkesin malumudur. Senaryolarin kitligi, gozumuze gozumuze sokulan zengin-fakir ucurumu, kurgularin rezil olmasi, yaraticiligin sifir olmasi, birbirinin kopyasi senaryolar, dizinin merkezinde sadece entrika ve askin soz konusu olmasi gibi faktorler, Turk dizilerini pespaye ve muptezel kilmistir. Biz boyle degiliz, biz aileyiz, biz icteniz. Bizde bir mahalle kulturu vardir; ancak bu dizilerde ben bu gerceklere hic mi hic rastlamiyorum! Zengin oglanin, fakir kiza yahut zengin kizin fakir oglana askini baskalarina yutturabilirsiniz; fakat ben ve benimle hemfikir olan insanlar bu oyuna gelmiyor ve gelmeyecek!
     Turk dizileri, Turk aile yapisina kesinlikle asina degil ve toplumu da yansitmaktan oldukca irak. En basitinden, biz aksamlari beraber yemek yiyen, ailecek cay icip biskuvi, pasta vs yiyen insanlariz. O dizilerde yansitilansa, gormek istemeyecegimiz turden seyler; bildiginiz yalanlar ustune.
     Hep dusunurum, bir Super Baba, Mahallenin Muhtarlari, Sicak Saatler, Perihan Abla, Bizimkiler, Cicek Taksi, Kaygisizlar, Aynali Tahir, Ayrilsak da Beraberiz, Baskul Ailesi, Tatli Kaciklar, Cilgin Bedis, Bir Demet Tiyatro, Sidika, Eyvah Babam, Ferhunde Hanimlar, Yazlikcilar nerde derim bir de bu berbat 2000 kusagi diziler nerde diye dusunur dusunur, hayiflanirim.
     Kimyamizi bozuyorlar, bizi gercekligimizden uzaklastirip, surreal aleme sokmaya calisiyorlar; hissettirmeden. Gencleri bozuyorlar. Onlardan ozenti bir toplum olusturuyorlar. Sadece gencleri degil, orta yasli kesimin de dengelerini alt ust ediyorlar. Onlari para muptelasi yapiyorlar. Dunyevi zevkleri, hayatin amaci haline getiriyorlar. Insanlari, doyumsuz kildilar. Bizi, bildiginiz tuketim toplumu haline getirdiler. Uretme cizgisi konusunda da sirazemiz kaydi. Her anlamda sirazemiz kaydi, bendeki de laf mi! Ben artik insanlarin yaslarini bile kestiremiyorum; cunku herkes gitgide birbirine benziyor. Lutfen buna bir dur deyin. Bu berbat dizilere prim vermeyin ne olursunuz. Eski dizilere, her zamankinden daha cok sarilin; simsiki. Asliniza donun; cunku siz o dizilerde bahsedilenler gibi degilsiniz.

Toka

               Gocebe bir tokaydim,
               Sactan saca gecen...
               Tam da bir saca,
               Alistim derken...
               Bir baskasina oluyordum transfer.
               Mutemadiyen takim degistiren futbolcu gibi...
                                                                                                                                                                                   Ama gunun birinde...
               Oyle bir saca baglandim ki...
               Hic ayrilmak istemedim ondan.
               O da bana baglanmis olmali ki,
               Telkin ediyordu sahibine insan gibi,
               Tokalanma arzusunu.
               Sahibinin saci tokalaninca daha guzel oldugunu,
               Bizatihi ona, usta bir tiyatrocuymasina,
               Hissettiriyordu.
               Galiba, sahibi de hoslaniyordu,
               Az biraz sacini toplamaktan, tokalamaktan...
              
               Sahibinin uyanmasindan,
               Gece vaktine kadar,
               Beraberdik hep.
               Diyalog kurmadan da,
               Anlasilabilecegini,
               Ortaya koyuyorduk mukemmelce.
               Ancak o, sahibi yikanmadigi vakit,
               Utanirdi... 
               Kucuk bir cocuk gibi.
               Ammavelakin askin ve sevginin,
               Azili bir teslimiyet ve kabullenme oldugunu,
               Henuz idrak edememisti tam anlamiyla.
               
               Tam da her sey guzel gidiyor derken,
               Sahibi bir gun aldi baska bir toka.
               Ayrilmak istemeyip de, sartlarin zormasiyla,
               Birbirlerine veda etmek zorunda kalan sevgililer gibi,
               Ayrildik...
               
               Belki de o gun dunyada baglanmaktan en haz duydugum seyden,
               Ayrilmak mecburiyetinde kaldim...
               
               Insanlar o denli benciller ki...
               Ask, sevgi gibi guzel duygularin,
               Yanilsamasini yasiyorlar, sadece kendilerine ait oldugu...

               Duygulari oldugunu unutuyorlar nesnelerinin.
               Cinslerine ve dogaya deger vermiyorlar ki,
               Nesnelerine versinler...
               Aslinda bunu biraz da biz tokalarin,
               Baglamak lazim bedbahtligina.

               Yasadiklarim, kaderdi, insan literaturunde.
               Ancak kadersizlikti, bizim yazinimizda da.

               
               
               

8 Eylül 2016 Perşembe

Beethoven

     Muzigin efendisi, ilahi, tanrisi...
     1770'te Almanya'nin Bonn sehrinde tipki digerleri gibi bir cocuk dogmustur; ancak bu cocuk, yetenegi sayesinde digerlerinden epey sivrilecek ve tum dunya onu bilecek, yuzyillar boyu guzelce anilacak, sevilecektir.Kim mi? Ludwig Van Beethoven. Mozart'in su sozleri, onun sanini algilayabilmemizde muthis bir ipucu olacaktir: '' Bu cocuga iyi bakin! Niye mi? Gunun birinde onu butun dunya taniyacaktir! ''
     Muzige kucuk yaslarda babasinin bir komutan edasiyla ona dersler ask etmesiyle baslar. Babasi, Beethoven'a bir askermiscesine muamele eder. Beethoven kah aglayarak, kah zorlanarak derslerine devam eder. Beethoven'in omuzlarina daha ufak olmasina karsin agir bir yuk binmistir. Kiliselerde piyano calarak evine ekonomik anlamda katkida bulunur.
     Profesyonel anlamda ilk muzik egitimini ise Christian Gottlob Neefe'den almistir. 1783'te ilk eseri olan Dressler'in Marsi Uzerine Cesitlemeler'i yayinladi. Ardindan Kolt Walstein'in hizmetine girdi. Onun icin viyola caldi... 1786'da ise Franz Joseph Haydn'in tavsiyesi uzerine bir baska muzik dehasi olan Wolfgang Amadeus Mozart'tan dersler almaya baslamistir. Gercek anlamda yetenegini ilk kesfedecek ve onun hakkinda 'dahi' yakistirmasi yapacak kadar ileriye gidecek olan da Mozart'tan baskasi degildir.
     Kendisi, bilahare Viyana'da, saraylarda, aristokratlar icin caldi. Ilk etapta kendisini bir piyano ogretmeni olarak tanitti. Oldukca kisa zamanda ununu yasadigi yerde yaymayi basardi.
     Beethoven, 1800'lerin basina dogru isitme rahatsizliklari yasamaya basladi. Zaten sancili gecirdigi bir cocukluk vardi, bir de yasadigi bu isitme problemi, enikonu butun sorunlarina tuz biber oldu... O, oldukca yalniz hisseden, kendini bildi bileli derin huzunler deryasinin icinde bulan bir dehadir. En fenasi da bu meselelerin arasinda annesinin olumunun soz konusu olmasiydi. Annesinin olumuyle beraber iyiden iyiye hircin, sinirli bir kisilige burundu. Zaten yalniz bir insan olan Beethoven, daha da yalnizlasti; ama mucadelesinden bir an olsun odun vermedi. Surekli uretti.
     1819'da tamamen sagir oldu. En onemlisi ve de en ilginci: eserlerinin ekseriyetini sagir oldugu donemde ortaya cikarmasiydi. Deha olmasinin altindaki sir perdesi, onun inatci, hayatin gucluklerine kolay kolay boyun egmeyen yapida bir insan olmasidir.
     Beethoven'in hayatini derinlemesine degistiren bir sey var ki: o da Goethe ile olan ahbapligidir. Goethe ile tanismasinin ardindan onunla uzunca yuruyusler yapmistir. Ikisi de birbirine cokca sey katmislardir anlasmalarinin zorluguna ragmen. Ancak Beethoven'in sert mizaci ikilinin aralarinin acilmasina neden olmus ve dostluklari sona ermistir...
     Beethoven, cagdaslarina gore cok farkli bir muzisyendir. Hatta kendisinden sonra yasayan muzisyenlerden bile farkli bir yeri olmustur daima. 9 senfoni, 5 piyano ve 1 keman koncertosu, 32 piyano sonati, piyano keman cello icin uclu koncerto, 1 opera eseri ve cokca oda muzigi eseri yazmistir. Onun bunca eser yazmasi, tanri vergisi yeteneginin, ustun tekniginin, kavrayis gucunun, hayatinin acilarini cokca tatmasinin bir sonucudur. Ona bunca eser yaraticiligini, acilari verdi belki de kim bilir. Yani daha dogrusu o acilarin verdigi bir katlanma, dayanma, azgin bir mucadele etme gucu...
     Bana sorarsiniz, eserlerinin cogunlugunun altinda hicbir sekilde mutluluk yatmiyor. Hemen hemen bircok eserinde aci, ofke, mucadelenin oldugunu dile getirebilirim. Beethoven dinledigim her seferinde, icimde mutluluk varsa bile bu mutluluk yerini behemehal mutsuzluga birakiyor. Beethoven o muhtesem eserleriyle adeta ruhumu berhava ediyor. Onun eserlerinin ekseriyasinda sanki gizli bir huzursuzluk ve dinginlik hakim. Yapitlarini dinlerken sanki aniden, bizatihi kotu bir sey olacakmis hissine kapilmamak mumkun degil; ancak yine de onu ve eserlerini cok seviyorum. Beethoven olmasaydi sayet, belki de klasik muzigi hic dinlemeyecek, en onemlisi hic sevemeyecektim; klasik muzigi birakin belki dunyada en sevdigim aktivite olan muzigi bile sevmeyecektim. Inanin, dunyadaki hicbir muzisyen, Beethoven'in yanindan bile gecemez, onun kadar farkli duygulari birarada tattiramaz... Ben, muzikte aradigim farkliligi Beethoven'da buldum diyebilirim... En basitinden, azili suclu Alex Delarge'in bile suclu kisiligini, bitmek tukenmeyen Beethoven sevgisinin absorbe etmesi, onu adi suclu kategorisinden cikarmamiza bir neden teskil ediyor. Beethoven sevgisi, onu farkli kiliyor. Beethoven, sadece Alex'i mi farkli kaldi? O, kendisini dinleyen herkesi farkli kildi.
     Iste bu dehanin firtinali yasami, 1830'da, 30.000 kisinin muthis ugurlamasiyla son buldu. Insanlik, bu buyuk muzik adamina gorkemli bir veda sunmustu, daha once kimseye sunmadiklari...
     Elli yedi yillik bir yasam, dolu dolu bir yasam. Kimine gore kisa, kimine gore uzun. Bana gore oldukca kisa. Keske daha fazla yasasaydin Beethoven. Keske daha cok eserine gark olabilseydik.
     Sen ne buyuk bir adamsin ki, hala en iyi sekilde aniliyorsun. Belki fiziken yoksun; fakat ruhen bizlesin. Iste kitleleri etkilemek budur. Cocuklarin, hala kendini buyuk bir sevkle dinletiyor.
   
    
   

Hicbir Zaman Eskisi Gibi Olmaz

     "Degismeyen tek sey degisimin kendisidir." ne kadar guzel laf, hayati bizatihi ozetleyen.
Hayat, oylesine bir hizla degisiyor ki bazen bunu fark edemiyoruz... Bu hiza yetisemiyoruz... Yetismemiz pek de mumkun degil ya zaten... Bu kursun hizindaki degisim, o cok sevdigimiz ani yasamak deyimini bile hakikaten yasamamiza musaade etmiyor.
     En basitinden, evimin karsisindaki cinar agaci, sogut agaci eski cinar ve sogut degiller, cok yaslilar. Ne sevgiler eski sevgi, ne asklar eski ask. O muhtesem siradanligin, dogalligin yerini git gide bayagilik almakta... Etrafimdaki insanlar, eski tanidigim insanlar degiller, hem de hic. Su anin sokaklarinda gordugum insanlarla, birkac yil oncenin sokaklarinda gordugum insanlar arasinda daglar kadar fark var. Ankara ve mekanlari, eski Ankara ve mekanlari degil. Ankara'yi birakin Turkiye eski Turkiye degil. Su birkac gunde bile farklilasan cok sey soz konusu oldu. En onemlisi ben eski ben degil. Her gecen gun biraz daha olgunlastigimi hissediyorum, yasimin ve tecrubelerimin verdigi yetkiye dayanarak... Su kucuk zaman diliminde 'degismez bu ya' dedigim ne varsa degisti. Buyuk konusmayin, hayatta her sey degisebilir. Hayat, ayni kalmayi kaldiramayan bir mizacta; o degisime asik, o degisimin esiri.
     Degisimin ne kadar gerekli oldugunu bilmeme karsin, sanirim dunya uzerinde 'degisim' den en nefret eden kisi benim. Her zaman, her an ve her yerde eskiyi arar gozlerim... Bulamayinca da kahrolurum. Keske her sey ayni kalsa... Zaman denen mefhum, hicbir seyi degistirmese... Eylemsizlik prensibi zamanda da etkisini gosterse keske.: ama ne var ki zaman, kalp gibi surekli atmakta, kalp nasil durmuyorsa zaman da bir an olsun durmuyor ve zaman degisimi beraberinde getiriyor...
     Agzimdaki baklayi cikariyorum: keske seksenlere, doksanlara donsek ve oradan hic cikamasak. Ikibinlere hic girmesek, ikibinlere tam giris yaptigimiz an kasedin stop yapmasi gibi bir stoplanma olsa ve seksenlerin, doksanlarin o guzel melodilerini tekrar playleyebilsek. O guzel besteleri, gufteleri bastan tadabilsek... Ama zaman cok guclu bir caglayan gibi ve beraberinde bir cok seyi de surukluyor. Degisim de bunlardan biri...  '' Kelebek bir kanatlandi mi, bir daha asla tirtil haline gelmez.''
     Bir sairin dedigi en guzel sacmalik da: '' Kendini oldugun gibi kabul ettikten sonra degisebilmendir." Evet... Biz buyuz. Bizim ozumuzde var degisim. Ona karsi gelemeyiz...
     Kisacasi, Koray Candemir'in sarkisinda da dedigi gibi: '' Hicbir Zaman Eskisi Gibi Olmaz! ''